Geçmişin Efendileri

Geçmişin Efendileri
İlân-ı Aşk

10 Ekim 2010 Pazar

Geçmişin Efendileri ( YUSUF )

‘’Gençliğinde öğrenmeyi ihmal eden, geçmişini kaybeder ve gelecek için ölüdür’’

Şeyh Abdullah iyi talebelerini bilirdi. Onlarla geçirdiği vakitlere hiç acımazdı.Çünkü,bilirdi ki,bir gün bu fani dünyadan göç ettiğinde,geride bırakabileceği bir tek onlar vardı.Öğrencilerinin arasında en çok Yusuf’u severdi. Yusuf garip bir çocuktu. Henüz bebekken ailesi onu dergâhın avlusuna bırakıp gitmişlerdi. Annesiz, babasız bu dergâhta büyütmüştü.

Bir sonbahar akşamı, yatsı namazını kıldıktan sonra, avluya çıkıp hava alırken, bir bebek ağlaması duymuştu. Hemen sesin geldiği yöne doğru koşup gitti. Gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalmıştı. Bir sepetin içine konulan bu bebek, sanki iki haftalıkmış gibiydi.

Yünlü bir kazak giydirilmiş, üstüne bir çaput geçirilmişti. O günden sonra Şeyh Abdullah, Yusuf’u kendi çocuğu gibi benimsemiş ve ona hem babalık, hem de Şeyhlik yapmıştı.

Şeyh, Yusuf’un iyi bir sufi olacağını biliyordu. Onu bulduğundan beri en zorlu eğitimlerden geçiriyordu. Zaman hızla ilerledikçe, Yusuf’un ilgisi ve alâkası da tasavvufa yöneliyordu. İslam’ı Kuran’dan, Kuran’ı da tasavvuftan öğrenme yolunu seçmişti.

Kâinatta olup biten her şeyi bilmek için, sürekli çırpınıp duruyordu. Şeyhinden biraz daha, biraz da bilgi almak, onun tek yaramazlığıydı âdeta.

Şeyhin anlattıkları ona aydınlatıcı birer fener gibi geliyordu. Genç delikanlıydı artık Onun yaşındakiler evlenme peşindeyken, o kızlara bakmak şöyle dursun onları gördüğünde utancından ne yapacağını şaşırıyordu. Ama bu onun kızlar tarafından beğenilmediği anlamına da gelmiyordu. Dergâh için alışverişe çıkıldığında, muhakkak çarşıda bir vukuat olurdu. Uzun boylu, kalem gibi kaşlı, kıvır kıvır uzun kirpikli, zeytin gibi simsiyah gözlü bir delikanlıydı.

Dergâhta yaklaşık 45 genç delikanlıyla birlikte ders alıyordu. Kimisi yıllara dayanamayıp, erkenden vazgeçiyordu. Kimisi aşık olup, evlenmek için ayrılıyordu. Kimisi geldiği gibi devam ediyordu. Kimisi de öğrendiklerini kullanmak için yollara düşüyordu.

Her Perşembe günü 45 kişilik mürit topluluğunun tefekkür toplantıları olurdu. Her mürit kendine bir konu seçer, Şeyhin önünde tartışmaya açardı. Tabii ki en çok konuşan, söz alan, fikirleri söyleyen, düzeltme yapan Yusuf’tu. Her geçen gün Şeyhin gözüne biraz daha giriyordu. Ama bu arada, onu kıskananlar da çoğalıyordu.

Yusuf’u diğerlerinden ayıran nedenler sadece bunlar değildi. Matematik, astroloji ve tabiat konularıyla da ilgileniyordu. Birçok çalışmaları vardı. İlk önce Şeyhine yaptıklarını, deneylerini anlatır, olumlu yanıtlar aldığında da bunları defterine yazardı.

Yine bir sonbahar mevsimiydi. Bağdat’ta kum fırtınaları başlamıştı. Ekim’in 27.de onun yaş günü vardı. Şeyh Abdullah, onu bulduğu güne doğum günü demişti.

Gece yarısını çoktan geçmişti. Herkes yatsı namazını kılmış, odalarına çekilmişti. Şeyh Abdullah bastonuna dayanarak, müritlerinin odalarının önünden geçerek onları kontrol ediyordu. Tahta döşemenin gıcırtısını engellemek için, parmaklarının ucunda yürüyordu. Üç katlı ahşaptan yapılmış binanın iki katını da dolaşmış, artık alt kata inmişti. Diğer müritleri kontrol ederken, kendi odasının yanındaki odada kapının altından bir ışık huzmesinin geldiğini gördü. Ve oraya doğru ilerledi.

Baktı, baktı, baktı… Yaklaşık 5 dakika kadar kapını önünde beklemesine rağmen,ışık sönmemişti. Dayanamayıp, kapıyı tıklattı. Sonra da Ya Allah diyerek kapıyı açarak içeri daldı.

İçerde Yusuf’un sessizce oturduğunu görmüştü. Ona tebessüm ederek içeriye girdi yavaşça. Kapıyı da sessizce kapattı. Yusuf, odanın tam ortasındaki koyun postunun üstüne bağdaş kurup oturmuştu. Gözleri kapalı, elleri birbirine bağlanmış, başı yere eğilmişti. Sessizce o şekilde duruyordu.

Şeyh onu rahatsız etmeden karşısındaki mindere oturdu. Bastonunu duvara dayadı. Bağdaş kurdu ve ellerini Yusuf’unki gibi birbirine kenetledi. Sessizce gözlerini kapadı ve başını yere eğdi. Birbirleriyle konuşmaya başlamışlardı. Ama bu bilinen konuşmalardan değildi. Birbirlerinin seslerini gayet iyi duyuyorlardı, fakat dışarıdan birisi gelse onların konuşmalarını duyamazdı. Çünkü bu inancın ve ibadetin çok ileri safhalarında olan telepati yoluyla konuşmaydı. İkisinin gözleri de kapalı olmasına karşın, birbirlerini görüyorlardı. Hissediyorlardı. İlk soruyu Şeyh Abdullah sordu;

—Yolculuğa hazır mısın Yusuf?
-         Hazırım Şeyhim.
-         Peki, nereye gideceksin?
-         İlk önce İran’a gideceğim.
-         Ya sonra?
-         Medine’ye…
-         Yolculuğun nerede son bulacak oğlum?
-         Arayışımın son durağı benliğimdir Şeyhim. Kendimi bulduktan sonra arayışım son bulacak.
-         Senin Allah’tan başka bir şey görmeyecek kadar kalbin ve maksadın gark olunmuştur Yusuf’um. Senin yolun Muhammed’in yoludur. Çünkü o bizim için İnsan-i kâmil’dir. Yani bütün imkânların toplanma yeridir. Senin de bütün imkân kapıların ona doğru açılsın. Bu dünyayla ilişkini kestin, kâmil yoluna baş koydun. Bu dünyaya bağlı olanlar, senin yolunda ilerleyemediler.
-         Neden Şeyhim? Neden bana bir yoldaş bulamadım, benimle gelecek kader arkadaşım neden çıkmadı?
-         Çünkü insanların dünyaya olan aşkı bülbül gibidir. Bülbül gülü bırakamaz, ördek suyu bırakamaz, şahin ise avını bırakamaz. Sadece bu dünyanın yalanını, geçiciliğini, eşyanın faniliğini gören melekler bu yolu tamamlamak için seyahat etmeyi seçebilirler.
-         Kendimi yenebilecek gücüm var mıdır, bu dersten de geçebilir miyim?
-         Sen nefsini yendin. Yedinci mertebeye ulaştın, sen kahhar olansın. Yani GALİP GELENSİN.

Şeyh müridini nefsinden arındırıp, benliğine yolculuk ettirmektedir. İlk önce kulağına Allah’ın isimlerini fısıldar tek tek. Sonra müridi kalbini açmaya başlarsa, Şeyh derslerine devam eder. Dünya nefislerinden kurtulması için yedi basamaklı ve çok zorlu bir yol seçilir. Mürit bu yolda çoğu kez korkar. Bazen nefsiyle baş edemez ve bu yolu yarıda bırakır. Aşama aşama ilerlerler. Bu aşamalar her insanda farklı zamanlar alır. Bazıları bir ömrünü tüketir, ama hidayete eremez. Ama bazıları genç yaşta olgunluğunu eline alır. Aşamalar esnasında onu yolundan caydıracak melekler, ya da üç harfliler musallat olur bazen. Kişi kendini bilmek zorundadır. Kendini bildikten sonra, hiçbir musibet ona yaklaşamaz. Şeyhin bütün müritlerine uyguladığı basamaklar şunlardır.

1-     AŞAMA; La ilâhe İllallah (Allah’tan başka ilâh yoktur) : Bu aşamada insanın hayvani nefsi köreltilir. 100.000 kere tekrar edilir.
2-     AŞAMA; Allah: İnsan kendi eksikliklerini bilir hale gelir.
3-     AŞAMA; HU: İlhamlı nefistir.
4-     AŞAMA; HAKK: Nefis artık huzura kavuşmuştur.
5-     AŞAMA; HAYY: Nefis razı olmuş nefistir.
6-     AŞAMA; KAYYUM: Artık bu isimle nefsin yenilmesi, içteki huzurun varlığının korunması başlar.
7-     AŞAMA; KAHHAR: Son aşama, Galip Gelen anlamındadır. Birlikten çokluğa dönen, kemale ermiş nefistir.

Her manevi yol, hakikatin özel bir yönünü vurgular. Mesela Hıristiyanlık esas olarak bir sevgi yoludur. Hıristiyanlar Mesih’e aşk yoluyla bağlanırlar. Öte yandan Siauxlar için en önemli unsur, kendinden feragattir. İslam ise bilgiyi vurgular. Tasavvuf, bilgi yoluyla başlar.Sonra da en aydınlatıcı bilgiye taşır.

Aydınlanma yolunda üç menzil vardır;
1-     İlme’l Yakin
2-     Hakke’l Yakin
3-     Ayne’l Yakin

İlme’l Yakin’e erişmek, ateşi duyarak bilmektir.
Hakke’l Yakin’e erişmek, ateşi alevi gördükten sonra bilmektir.
Ayne’l Yakin ise, en yüksek mertebedir. Ateşi onda yanıp kül olmakla bilenlere aittir.

‘’ Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz.Biz ona şah damarından yakınız’’ Kaf Suresi 16.ayet.

Yusuf ve Şeyh Abdullah’ın meditasyonu çok başarılı geçmişti. Daha önce bir kez bu mertebede bir kez denemeleri olmuştu. Ama dergaha yeni gelen küçük bir çocuğun odaya aniden dalmasıyla birlikte, Yusuf’un konsantrasyonu gitmiş, meditasyon yarım bırakılmıştı.

Şu anda Yusuf ve Şeyh Abdullah birbirleriyle, hayallerinde ders yapıyorlardı. Sadece böyle olduğunu düşünüyorlar, ne ağızları oynuyordu, ne de gözleri. İkisi de suskun, gözleri kapalı, bir koyun postunun üzerinde bağdaş kurmuş vaziyetteydiler. Birbirlerini yalnızca hayal ediyorlardı. İç benliklerinin kapılarını geçmişler, zamanda hareket ediyorlardı. Bir çeşit enerjilerin konuşmasıydı bu.

En sonunda Şeyh istediği sonucu almış ve Yusuf’un kalp gözünü tamamen açmıştı. Sadece düşünerek, yapmak istediklerini gerçekleştirecekti. İlk durak İran’dı. İlk ziyareti yaptığı yer, onun içinden gelen, garip bir görme isteği duyduğu ülkeydi. Hayatında hiç görmediği bir yer.

Beyaz cübbesini giydi. Abdestini aldı. Saçlarını kendi elleriyle kesti. Şeyhine döndü ve
    Eğer uyanamazsam, beni Medine’ye gömün, dedi.

Dergahın kapısı bir sonbahar rüzgarıyla açıldı ve ışıkların arasından Yusuf yolculuğuna başladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder