Geçmişin Efendileri

Geçmişin Efendileri
İlân-ı Aşk

10 Ekim 2010 Pazar

Geçmişin Efendileri ( ANU 3 )

Yaklaşık iki hafta sonra kliniğe gelebilmiştim. Elimde kocaman bir poşet vardı. Kapıdan içeri girer girmez, beni görenler bana bakıyor, dönüp tekrar bakıyordu.

Babam bugün bahçede hava almak istemiş. Beni her zaman babama götüren hasta bakıcı, yüzü gülerek bu haberi vermişti. Hemşire’nin dediğine göre, babam buraya geldiğinden beri ilk defa kendi isteğiyle gezinti yapmak istemiş.

Bu haberi duyunca ben de çok sevindim. Hemşire elimdeki poşetin içinde sarkan yaprakları görünce, sormadan edemedi.

-         Elinizdeki bitki nedir?
-         En son geldiğimde babam istemişti, zeytin fidesi. Sanırım bahçeye dikmek istiyor.
-         İlginç, ilk kez böyle bir istek duydum doğrusu.

Hemşirenin çok şaşırdığını yüzünden görebiliyordum. Dudaklarını büküp, aniden hayretle kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Ama çok şeker bir kadındı. Babamla çok uzun zamandan beri ilgilendiği için, babamın attığı her adımı dikkatle izliyordu.

-         Aslında…

Konuşmaya başlamak için de epeyce istekli görünüyordu. Yemyeşil çimlerin kokusunu içimize çeke çeke, ağaçların arasından ilerliyorduk. Ve hemşire nihayet konuşmaya başlamıştı.

-         Yani, nasıl anlatsam bilemedim…
-         Çekinmeyin lütfen.
-         Kendi kendime soruyorum sürekli, neden? Yıllarca profesörlük yapmış bir insan, kendini kliniğe niye kapatmak istesin ki? Hem, hem babanız diğerlerinden zaten çok farklı, nasıl söylesem?
-         Yani, deli değil mi demek istiyorsunuz?

İkimizde birbirimizin yüzüne bakıp, hafifçe başımızı sallamıştık.  Onun ne sormak, ne söylemek istediğini çok iyi anlıyordum. Bu konuşmayla birlikte adımlarımız biraz daha yavaşlamıştı.

    Babamın deli olmadığını ben de biliyorum. Ama insanlara kendilerini anlatamazsın ki! Ona yardımcı olmak istiyorum. Kendisine verdiği bu acıyı biraz olsun hafifletmek, ya da kendini affetmesi için… Elimden geleni yapmaya çalışıyorum.

İleride küçük bir göl vardı. Onun karşısında bir bankta oturansa babamdı. Kollarını bankın arkasına dolamış, bacak bacak üstüne atmış, sessizce gölün üstünde yüzen ördekleri izliyordu. İnce patikada aniden durduk. Hemşire dikkatle bana bakıyordu. Elimdeki büyük poşetin içindeki zeytin fidesine bakarak,

-         Umarım babanıza yardımcı olursunuz…
-         Umarım, teşekkürler.

Küçük bir sırıtıştan sonra, hızla yol aldım. Babamın arkasında durup, bir müddet onun gibi gölde yüzen ördekleri izledim. Ama o beni çoktan fark etmişti.

    Hoş geldin yavrum. Gelsene yanıma, şöyle otur.

Eliyle yanındaki boşluğu işaret etmişti. Gülümseyerek yanına oturdum. Sonra da yüzümde kocaman bir gülümsemeyle boynuna sıkıca sarılıp, öptüm. Gözlerinin içi gülüyordu.

-         Nereden bildin benim geldiğimi?
-         Nereden mi, tabii ki hislerimden!

İkimizde gülmeye başlamıştık.

    Hadi amaaa, o kadar da değil. Gelirken ayaklarımın ucuna basarak geldim. Hiç de ses çıkarmadım.
    Güzel ama parmakların seni ele vermedi ki zaten.
    Ne o zaman?
    Gölün üstünde gölgeni gördüm.

Bu söylediğiyle kahkahalara boğulmuştum. Nasıl da akıl edemedim gölün karşısında olduğumuzu! Tıpkı ayna gibiydi.

-         Tabii sadece bu değil kızım, sen gelmeden yine kokun geldi.

Bu sözüyle beni hüzünlendirmişti. Yıllardır özlemini duyduğum babamdı bunu söyleyen. Evinde, sıcacık ortamında olması gerekirken, yanımda değildi. İçimi kaplayan bu duygudan bir an önce kurtuldum. Çünkü sırası değildi.

-         Bak sana ne getirdim?

Babamla zeytin fidanını odasının penceresine yakın bir yere dikmiştik. Özenle suladı. Durup durup fidana baktı. Benden istediği kâğıt ve kalemi de götürmüştüm. Daha doğrusu yazmak istediklerini istediği gibi yazsın diye, kalın bir ajanda almıştım. Ajandayı görünce, çocuk gibi sevinmişti.

İLERLEYEN SAATLERDE…

Gecenin bu saatinde şimdi sessizce oturmuş düşünüyorum. Babam ne zaman dönecekti acaba? Ne zaman bu zindan hayatından vazgeçecekti? Ona bu kadar ihtiyacımın olduğu bir zamanda, yanımda olmayışı gittikçe zorluyordu beni. Evet, bugün bol bol sohbet ettik. Uzun zamandan beri babam ilk defa bu kadar çok konuşmuştu. Bana neden zeytin fidanı istediğini anlatmıştı. Yatağımda uzanırken, anlattığı şeyler aklıma takılmıştı.

Yaklaşık bir buçuk sene evvel onu ziyaret etmeye eski öğrencilerinden biri gelmiş. Nasıl girdiğini sorunca, özel izin aldığını söylemişti. İsmini söylememişti. Elinde bir kitap varmış ve bu kitabı babama vermiş. Babam da onu aldığından beri 80 kere bıkmadan usanmadan okumuş.

Öğrencisiyle kitap üzerine çok konuşmuşlar. Birbirlerinin düşüncelerinden çok etkilenmişler. Öğrencisi konuştuklarını sürekli not ediyormuş.

Babamın anlattıklarını kendime de yormuştum. Sanki benim ona yalan söylediğimi anlamış gibiydi. Bir botanikçi değil de, beyin cerrahı olduğumu ima eder gibiydi. Hatta zeytinle ilgili öyle enteresan cümleler kurmuştu ki, bana mı söylüyor, yoksa başka bir şeyden mi bahsediyor hâlâ çözememiştim.

‘’ Zeytini istedim, çünkü artık düşünmeye başlamam gerekiyordu. O kitap aklımı başıma getirdi. Zeytin için o kadar güzel şeyler yazıyordu ki, anlamak için 27 kez tekrar tekrar okumak zorunda kaldım.’’

Anlamı nedir o zaman, diye sorduğumda, verdiği yanıtta çok tuhaftı.

‘’ Bu bir meyve ağacı değil. Yağıyla lambaları besleyen bir ağaçtır. Zıt yapraklara yağıyla parlaklık verir. Herhangi bir ağaç, herhangi bir düşünce değil’’

‘’ Birçok sembol var orada, mesela ben ve öğrencim beraber bu sembolleri bulduk. Birinci sembol, Akıl. İkinci sembol, Kalpti. Diğerleri ise, Lamba ama ışık veren bir lambaydı. Zeytin ağacı ve Yağ. Bu sembolleri bulmamız biraz güç oldu. Ama bulduk.

Doğrusu ben, bir ağaca yüklenebilecek bu kadar sembolü nasıl bulduğunu merak etmiştim.

‘’ Yağ neredeyse ateş değmeden ışık verir. Çünkü o içimizdeki kutsal melektir. Kalp, faal akılla irtibatlıdır. O nedir, biliyor musun? İçimizdeki Allah’ın ruhudur.’’

Babamın sözlerini daha iyi anlamak için sürekli, yani diyerek sözlerini açmasını istiyordum. Bana verdiği yanıtlar, o zamana kadar hiç duymadığım şeylerdi.

‘’ Allah kendi nurundan üfledi insanın içine. O da hepimizin içindeki ruh’tur kızım. Ruh, pek çok insanda vardır ama faal değildir.’’

‘’ İnsanların çoğu bilgiyi dışarıdan bekler gelsin diye, faal akıl ise hiçbir kaynak olmadan kendiliğinden aydınlıktır. Aydınlığın sembolüdür zeytinin yağı.’’

Bu cümle, insanların çoğu bilgiyi dışarıdan bekler, ama bana bilgi vermene gerek yok, ben senin zaten beyin cerrahı olduğunu biliyorum anlamında mıydı acaba?

Doğrusu dinle ilgili şeylere pek inanmazdım. O gün duyduklarım benimle alakalı değilse, muhakkak dinle ilgili şeyler olmalıydı. İçimde yaratıcıya ait bir tek, Tanrı inancı vardı. Babamın da bu tip şeylerle uğraşacak biri olmadığını biliyordum. Benim tanıdığım babam, dinlere pek aldırış etmezdi. Çok fazla inançlı da sayılmazdı. Ondaki bu değişimin sebebini merak etmeye başlamıştım.

Gecenin ilerleyen saatlerinde bu düşüncelere dalmış, camdan dışarıyı izliyordum. Her yer ışıl ışıldı. Aslında aklıma takılan bir şeyler vardı. Babamın aklını karıştıran kitap neyin nesiydi ve kim getirmişti? Neden böyle bir şey yapma gereği duymuştu? En önemlisi de, babamla olan fikir alışverişleri notlarını ne yapmıştı?

Geçmişin Efendileri ( YUSUF )

‘’Gençliğinde öğrenmeyi ihmal eden, geçmişini kaybeder ve gelecek için ölüdür’’

Şeyh Abdullah iyi talebelerini bilirdi. Onlarla geçirdiği vakitlere hiç acımazdı.Çünkü,bilirdi ki,bir gün bu fani dünyadan göç ettiğinde,geride bırakabileceği bir tek onlar vardı.Öğrencilerinin arasında en çok Yusuf’u severdi. Yusuf garip bir çocuktu. Henüz bebekken ailesi onu dergâhın avlusuna bırakıp gitmişlerdi. Annesiz, babasız bu dergâhta büyütmüştü.

Bir sonbahar akşamı, yatsı namazını kıldıktan sonra, avluya çıkıp hava alırken, bir bebek ağlaması duymuştu. Hemen sesin geldiği yöne doğru koşup gitti. Gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalmıştı. Bir sepetin içine konulan bu bebek, sanki iki haftalıkmış gibiydi.

Yünlü bir kazak giydirilmiş, üstüne bir çaput geçirilmişti. O günden sonra Şeyh Abdullah, Yusuf’u kendi çocuğu gibi benimsemiş ve ona hem babalık, hem de Şeyhlik yapmıştı.

Şeyh, Yusuf’un iyi bir sufi olacağını biliyordu. Onu bulduğundan beri en zorlu eğitimlerden geçiriyordu. Zaman hızla ilerledikçe, Yusuf’un ilgisi ve alâkası da tasavvufa yöneliyordu. İslam’ı Kuran’dan, Kuran’ı da tasavvuftan öğrenme yolunu seçmişti.

Kâinatta olup biten her şeyi bilmek için, sürekli çırpınıp duruyordu. Şeyhinden biraz daha, biraz da bilgi almak, onun tek yaramazlığıydı âdeta.

Şeyhin anlattıkları ona aydınlatıcı birer fener gibi geliyordu. Genç delikanlıydı artık Onun yaşındakiler evlenme peşindeyken, o kızlara bakmak şöyle dursun onları gördüğünde utancından ne yapacağını şaşırıyordu. Ama bu onun kızlar tarafından beğenilmediği anlamına da gelmiyordu. Dergâh için alışverişe çıkıldığında, muhakkak çarşıda bir vukuat olurdu. Uzun boylu, kalem gibi kaşlı, kıvır kıvır uzun kirpikli, zeytin gibi simsiyah gözlü bir delikanlıydı.

Dergâhta yaklaşık 45 genç delikanlıyla birlikte ders alıyordu. Kimisi yıllara dayanamayıp, erkenden vazgeçiyordu. Kimisi aşık olup, evlenmek için ayrılıyordu. Kimisi geldiği gibi devam ediyordu. Kimisi de öğrendiklerini kullanmak için yollara düşüyordu.

Her Perşembe günü 45 kişilik mürit topluluğunun tefekkür toplantıları olurdu. Her mürit kendine bir konu seçer, Şeyhin önünde tartışmaya açardı. Tabii ki en çok konuşan, söz alan, fikirleri söyleyen, düzeltme yapan Yusuf’tu. Her geçen gün Şeyhin gözüne biraz daha giriyordu. Ama bu arada, onu kıskananlar da çoğalıyordu.

Yusuf’u diğerlerinden ayıran nedenler sadece bunlar değildi. Matematik, astroloji ve tabiat konularıyla da ilgileniyordu. Birçok çalışmaları vardı. İlk önce Şeyhine yaptıklarını, deneylerini anlatır, olumlu yanıtlar aldığında da bunları defterine yazardı.

Yine bir sonbahar mevsimiydi. Bağdat’ta kum fırtınaları başlamıştı. Ekim’in 27.de onun yaş günü vardı. Şeyh Abdullah, onu bulduğu güne doğum günü demişti.

Gece yarısını çoktan geçmişti. Herkes yatsı namazını kılmış, odalarına çekilmişti. Şeyh Abdullah bastonuna dayanarak, müritlerinin odalarının önünden geçerek onları kontrol ediyordu. Tahta döşemenin gıcırtısını engellemek için, parmaklarının ucunda yürüyordu. Üç katlı ahşaptan yapılmış binanın iki katını da dolaşmış, artık alt kata inmişti. Diğer müritleri kontrol ederken, kendi odasının yanındaki odada kapının altından bir ışık huzmesinin geldiğini gördü. Ve oraya doğru ilerledi.

Baktı, baktı, baktı… Yaklaşık 5 dakika kadar kapını önünde beklemesine rağmen,ışık sönmemişti. Dayanamayıp, kapıyı tıklattı. Sonra da Ya Allah diyerek kapıyı açarak içeri daldı.

İçerde Yusuf’un sessizce oturduğunu görmüştü. Ona tebessüm ederek içeriye girdi yavaşça. Kapıyı da sessizce kapattı. Yusuf, odanın tam ortasındaki koyun postunun üstüne bağdaş kurup oturmuştu. Gözleri kapalı, elleri birbirine bağlanmış, başı yere eğilmişti. Sessizce o şekilde duruyordu.

Şeyh onu rahatsız etmeden karşısındaki mindere oturdu. Bastonunu duvara dayadı. Bağdaş kurdu ve ellerini Yusuf’unki gibi birbirine kenetledi. Sessizce gözlerini kapadı ve başını yere eğdi. Birbirleriyle konuşmaya başlamışlardı. Ama bu bilinen konuşmalardan değildi. Birbirlerinin seslerini gayet iyi duyuyorlardı, fakat dışarıdan birisi gelse onların konuşmalarını duyamazdı. Çünkü bu inancın ve ibadetin çok ileri safhalarında olan telepati yoluyla konuşmaydı. İkisinin gözleri de kapalı olmasına karşın, birbirlerini görüyorlardı. Hissediyorlardı. İlk soruyu Şeyh Abdullah sordu;

—Yolculuğa hazır mısın Yusuf?
-         Hazırım Şeyhim.
-         Peki, nereye gideceksin?
-         İlk önce İran’a gideceğim.
-         Ya sonra?
-         Medine’ye…
-         Yolculuğun nerede son bulacak oğlum?
-         Arayışımın son durağı benliğimdir Şeyhim. Kendimi bulduktan sonra arayışım son bulacak.
-         Senin Allah’tan başka bir şey görmeyecek kadar kalbin ve maksadın gark olunmuştur Yusuf’um. Senin yolun Muhammed’in yoludur. Çünkü o bizim için İnsan-i kâmil’dir. Yani bütün imkânların toplanma yeridir. Senin de bütün imkân kapıların ona doğru açılsın. Bu dünyayla ilişkini kestin, kâmil yoluna baş koydun. Bu dünyaya bağlı olanlar, senin yolunda ilerleyemediler.
-         Neden Şeyhim? Neden bana bir yoldaş bulamadım, benimle gelecek kader arkadaşım neden çıkmadı?
-         Çünkü insanların dünyaya olan aşkı bülbül gibidir. Bülbül gülü bırakamaz, ördek suyu bırakamaz, şahin ise avını bırakamaz. Sadece bu dünyanın yalanını, geçiciliğini, eşyanın faniliğini gören melekler bu yolu tamamlamak için seyahat etmeyi seçebilirler.
-         Kendimi yenebilecek gücüm var mıdır, bu dersten de geçebilir miyim?
-         Sen nefsini yendin. Yedinci mertebeye ulaştın, sen kahhar olansın. Yani GALİP GELENSİN.

Şeyh müridini nefsinden arındırıp, benliğine yolculuk ettirmektedir. İlk önce kulağına Allah’ın isimlerini fısıldar tek tek. Sonra müridi kalbini açmaya başlarsa, Şeyh derslerine devam eder. Dünya nefislerinden kurtulması için yedi basamaklı ve çok zorlu bir yol seçilir. Mürit bu yolda çoğu kez korkar. Bazen nefsiyle baş edemez ve bu yolu yarıda bırakır. Aşama aşama ilerlerler. Bu aşamalar her insanda farklı zamanlar alır. Bazıları bir ömrünü tüketir, ama hidayete eremez. Ama bazıları genç yaşta olgunluğunu eline alır. Aşamalar esnasında onu yolundan caydıracak melekler, ya da üç harfliler musallat olur bazen. Kişi kendini bilmek zorundadır. Kendini bildikten sonra, hiçbir musibet ona yaklaşamaz. Şeyhin bütün müritlerine uyguladığı basamaklar şunlardır.

1-     AŞAMA; La ilâhe İllallah (Allah’tan başka ilâh yoktur) : Bu aşamada insanın hayvani nefsi köreltilir. 100.000 kere tekrar edilir.
2-     AŞAMA; Allah: İnsan kendi eksikliklerini bilir hale gelir.
3-     AŞAMA; HU: İlhamlı nefistir.
4-     AŞAMA; HAKK: Nefis artık huzura kavuşmuştur.
5-     AŞAMA; HAYY: Nefis razı olmuş nefistir.
6-     AŞAMA; KAYYUM: Artık bu isimle nefsin yenilmesi, içteki huzurun varlığının korunması başlar.
7-     AŞAMA; KAHHAR: Son aşama, Galip Gelen anlamındadır. Birlikten çokluğa dönen, kemale ermiş nefistir.

Her manevi yol, hakikatin özel bir yönünü vurgular. Mesela Hıristiyanlık esas olarak bir sevgi yoludur. Hıristiyanlar Mesih’e aşk yoluyla bağlanırlar. Öte yandan Siauxlar için en önemli unsur, kendinden feragattir. İslam ise bilgiyi vurgular. Tasavvuf, bilgi yoluyla başlar.Sonra da en aydınlatıcı bilgiye taşır.

Aydınlanma yolunda üç menzil vardır;
1-     İlme’l Yakin
2-     Hakke’l Yakin
3-     Ayne’l Yakin

İlme’l Yakin’e erişmek, ateşi duyarak bilmektir.
Hakke’l Yakin’e erişmek, ateşi alevi gördükten sonra bilmektir.
Ayne’l Yakin ise, en yüksek mertebedir. Ateşi onda yanıp kül olmakla bilenlere aittir.

‘’ Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz.Biz ona şah damarından yakınız’’ Kaf Suresi 16.ayet.

Yusuf ve Şeyh Abdullah’ın meditasyonu çok başarılı geçmişti. Daha önce bir kez bu mertebede bir kez denemeleri olmuştu. Ama dergaha yeni gelen küçük bir çocuğun odaya aniden dalmasıyla birlikte, Yusuf’un konsantrasyonu gitmiş, meditasyon yarım bırakılmıştı.

Şu anda Yusuf ve Şeyh Abdullah birbirleriyle, hayallerinde ders yapıyorlardı. Sadece böyle olduğunu düşünüyorlar, ne ağızları oynuyordu, ne de gözleri. İkisi de suskun, gözleri kapalı, bir koyun postunun üzerinde bağdaş kurmuş vaziyetteydiler. Birbirlerini yalnızca hayal ediyorlardı. İç benliklerinin kapılarını geçmişler, zamanda hareket ediyorlardı. Bir çeşit enerjilerin konuşmasıydı bu.

En sonunda Şeyh istediği sonucu almış ve Yusuf’un kalp gözünü tamamen açmıştı. Sadece düşünerek, yapmak istediklerini gerçekleştirecekti. İlk durak İran’dı. İlk ziyareti yaptığı yer, onun içinden gelen, garip bir görme isteği duyduğu ülkeydi. Hayatında hiç görmediği bir yer.

Beyaz cübbesini giydi. Abdestini aldı. Saçlarını kendi elleriyle kesti. Şeyhine döndü ve
    Eğer uyanamazsam, beni Medine’ye gömün, dedi.

Dergahın kapısı bir sonbahar rüzgarıyla açıldı ve ışıkların arasından Yusuf yolculuğuna başladı.

Geçmişin Efendileri-Ufak Açıklama!

Yazdığım GEÇMİŞİN EFENDİLERİ adlı romanımın bölümlerinden oluşan yazılarım.Yazdığım bölümler romanımın taslak çalışmalarından alıntıdır.Başlı başına 3 başrol karakter var.Bu karakterlerin bölümleri ayrı ayrı. ARTHUR,ANU ve YUSUF.Sonradan hikâyeye SÂD dahil oluyor.Aslında SÂD hikâyenin en başından beri var.Okuyucular Sâdâ'yı daha yakından tanımaya sonradan başlıyor.Hikâyem ve romanımın yazımı farklı.Karakterleri ayrı ayrı bölümlerde yazdım.Fakat,bölümler olaylar açıklanmaya başladıktan sonra birleşmeye başlıyor.Kafa karıştıracak şeyler ilk bölümler.Okuyucu ilk etapta hikâyeyi anlamaya çalışırken,kafasının iyice karmaşıklaştığını düşünüp neler olabileceği konusunda merakını yitirebilir.Ama konular ve karakterler okundukça,daha iyi anlamaya,merak etmeye,sorgulamaya başlayacaklar.

Emin olun,yazdığım şeyler çok ilginizi çekecek.Enteresan şeyler öğrenirken,aynı zamanda romanımın taslağının bile heyecan verici,sürükleyici olduğunu göreceksiniz.

Okuyun ve lütfen düşüncelerinizi benimle paylaşın.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Geçmişin Efendileri ( ANU - 2 )

7 seneden beri psikolojik tedavi için,şehrin en büyük kliniğinde yatıyordu.Bıraktığımda saçları hiç bu kadar beyaz değildi.Yüzündeki kırışıklıklar da çoğalmıştı.Onu öyle görmeye dayanamıyordum.İçim kaldırmıyordu.Kim görmek isterdi ki?

-Bak,sana en sevdiğin çiçekleri getirdim.

-Çok sevindim,iyi yapmışsın Anu.Sen de olmasan?

-Ben hep olacağım baba.Ben hep buradayım,dizinin dibindeyim.

O mavi gözleriyle mutlu mutlu bana baktı.Sandalyeye oturduk yavaşça.Komadinin üstünde duran sürahiden bir bardak su alıp içti.Dönüp bana ''Sen de ister misin'' dedi.

-Evet isterim.Hava çok sıcak,arabada çok terledim.

Oturduk sessizce...Bakışlarımızla konuşurduk babamla.Uzun uzun sohbet etmezdik.Ben onu anlamıştım,o da benim anlayacağım dilden konuşuyordu.Hiç zorluk çekmiyorduk.

O eski günleri hatırlamak istemezdi.Şuanda baba mesleğini yaptığımı bile bilmiyordu.Ona yalan söylemiştim.Çiçekçi olduğumu sanıyordu.Bana inanmadığını biliyordum, ama o da bu yalanıma inanmak istiyor gibiydi sanki.

Gerçek şu ki,ben istesemde istemesemde bu mesleği yapacağımı geçmişimde atılan tohumlar belirlemişti.Babam istemesede bu mesleği yapacağımı,dünyaca tanınan bir beyin cerrahı olacağımı biliyordum.Çünkü,babam da öyleydi.Dünyanın bütün ülkelerine gidip konferanslar vermek ve dünyanın en ünlü siyasetçilerini ameliyat etmek benim kaderimde varmış.Babamın izinden gitmiştim.Ama işin en güzel tarafı,onu bu meslekte geçmiştim.Onun hayallerini gerçekleştim,imkânsızı gerçekleştirdim.İmkânsızın ne olduğunu ikimizde biliyorduk.

İşte o yüzden yanyana geldiğimizde hiç konuşamıyorduk.O beni anlıyor gibiydi.

''Beyin naklinin yapılacağını biliyorum.Ve bir gün onu gerçekleştirecek olan kişi de ben olacağım''

Babamın profesörlük tezindeki son cümle buydu.Ben,dünyanın en genç profesörlerinden ben...yani onun kızı yapmıştı bunu.Onun hayallerine ben ulaşmıştım,onun bitirme tezini ben bitirmiştim.

Şunu çok iyi biliyorum,istekler yok olmaz.Bir gün muhakkak gerçekleşir.Bu belki sen değilsindir,ama senin genlerini taşıyan biri muhakkak bu isteği gerçekleştirir.İstersin çünkü,çok istersin.Çekersin kedine.Bir şekilde olmaz.Ama o olmaz var ya,bir gün muhakkak olur.İşte en güzel örneği benim!

100 kişilik beyin cerrahı ordusunun önünde,canlı yayında bütün uzmanların izleyebileyeceği bir programla yapmıştım üstelik.Aylarca televizyonlarda konuşulmuştu.Bin yılın en iyi tıp gelişmesi gösterilmişti.Ameliyat tam 21 saat sürmüştü.Açlıktan tansiyonum ve kan şekerim düşmüştü çok iyi hatırlıyorum.

Olmaz mı dediniz? Oldu! Hem de çok başarılı bir şekilde oldu.29 yaşındaki bir doktora verilecek en büyük itibarı verdi.Yanımdaki profosörler benim yaşımın iki,üç katıydılar.Hepimiz bir ekip olarak tıp tarihine adımızı altın harflerle yazdırmıştık.Ameliyatı yaptığımız kişi şuanda hiç bir problemi olmadan yaşıyor.Kontrollerimiz hâlâ devam ediyor.

Babam bunu kesinlikle biliyordu.Rüyalarının gerçek olduğunu biliyor gibiydi sanki.İşte o yüzden beni alnımdan öpmüştü.Yaklaşık yarım saat sonra hasta bakıcı gelmişti.Zamanın dolduğunu haber verdi.Ayrılma zamanı geldi.Öpüşüp koklaştıktan sonra,ayağa kalktık.Tam odadan ayrılırken babam ;

-Önümüzdeki haftaya geldiğinde bana geldiğinde zeytin fidesi getirir misin? Dedi.

İlk önce çok şaşırdım.Ama sonra gülümseyerek tabii dedim.O da sevindi.Kapıdan çıkarken,arkamdan tekrar bağırdı.

-Bir de kağıt kalem getir.Sana anlatacaklarım var.Dengeyi anlatacağım.

Geçmişin Efendileri ( ANU - 1 )

Binaya girdiğimde o anki düşüncelerim yok olup gitmiş gibiydi.Uzun koridorların,beyaz mermer granitinde ayakkabılarımın sesleri yankılanırken,yanımdaki hasta bakıcını sözleri bitmek bilmiyordu.Kuru bir yaz günüydü.Her yer cıvıl cıvıl ışıldarken,içerideki donuk ve soğuk hava,sanki beni başka bir dünyaya getirmişti.Koridor boyunca önünden geçtiğim odaların bazılarının kapısı ardına kadar açıktı.

Bazılarının içinde hastalar vardı,bazı odalar ise boştu.O saatte hastaların hava alma vakti olduğunu biliyordum.Başım önümdeydi.Hasta bakıcı hâlâ konuşuyordu.Durmadan bana bilgi verip duruyordu.Elimdeki kırmızı karanfillerin kokusu bütün koridora yayılmıştı.

Güçlü sakinleştirici ilaçların kokusunu,karanfillerin bastırması çok güzeldi.202 numaralı odanın önüne geldiğimizde,ikimizde durduk.Birbirimizin yüzüne derin derin baktık.Hasta bakıcı ;

-Söylediğim gibi,hastamızı fazla yormayın ve lütfen kafasını fazla kurcalamayın.

Aslında uyarısı çok doğruydu.Hastanın kafasının karışmaması lazımdı.Çünkü zaten kafası karışık olduğu için getirilmişti buraya.

Bakıcı kapının elciğinden tutup yavaşça açtı.Kapıyı sonuna kadar açıp,kafasını bir sağa bir sola çevirdi.Hastayı gözleriyle kontrol ettikten sonra bana dönerek  '' Buyrun '' dedi.

Derin bir nefes aldım.Yaklaşık bir aydır gelmiyordum.Adımımı eşikten atar atmaz,arkamda tuttuğum karanfilleri hemen önüme aldım.Yüzüme hafif bir tebessüm ifadesi yerleştirdim ve bakıcıya kapıyı kapatmasını işaret ettim.

Bıraktığım gibiydi her şey.Gerçekten de öyleydi.Bıraktığımda da camdan bakıyordu,şimdi de öyle.Camın önünde saksı saksı menekşeler vardı.Bu menekşeler benim getirdiklerimdi.Menekşelerin arasında bir de kaktüs çiçeği vardı.Kaktüsü de çok severdi.Bütün çiçekler capcanlıydı ve bakımlıydı.

Arkadan ellerini birbirine bağlamış,sadece yeşil bahçeye gözünü dikmiş suskun bakıyordu.Ona doğru yaklaştım.Elimi omuzuna koydum.Başını elime doğru çevirdi.Fark ettim,gülümsemişti.Ama yüzü bana dönük olmadığı için,sadece yandan yanağının kıpırdamasını görmüştüm.

''Ben geldim baba,kızın geldi''

Gözlerimin dolduğunu göstermemek için,ani bir hareketle kirpiklerime yapışan yaşları sildim.Ağır hareketlerle bana döndü.Gözlerinin içi gülüyordu resmen.

'' Biliyorum kızım,kokun senden önce geldi odama''

İşte bu cümle beni bitirmişti.Dizlerimin bağı çözülmüş,birden başımı omzuna gömmüştüm.Sımsıkı sarıldık birbirimize.Çok özlemiştim onu.Omuzlarımdan tutup beni görmeye başlamıştı.Uzun uzun,yaşlı gözlerle beni süzdü durdu.Dudakları hâla titriyordu.Ellerimle gözleriden akan yaşları silmeye yeltendim.Avcumu tutup öpmeye başlamıştı.

Bir aydır babamı görmüyordum.Konferans için yurtdışına çıkmıştım.Geldiğimde büyük bir depresyona girmişti.İki hafta üst üste göstermemişlerdi.Bugün gördüğüm adam babamdı.

ANLADIM...(En sevdiğim şiiridir Can Yücel'in)

Geçmişin Efendileri (Başlangıç 3 )

Kevin yaklaşık 1 saat konuşmuştu.Onlarca kez özür dileyerek çekip gitmişti.Başının çok büyük belada olduğunu anlamıştım.Her ne halt ettiyse,cezasını  çekmek zorundaydı.Sonuçta hak etmediği bir mezuniyet ve ünvan kazanmak üzereymiş.

O gittikten sonra bu evde yalnız kaldım.Evin bütün odalarını tek tek gezdim.Bir iz aradım.Benden bir iz!Yoktu,ben ölmüştüm ama bu vücut ve bu adamın hayatına nasıl bürünmüştüm onu anlayamıyordum.

Evin bütün dağınıklığını düzelttim.Bulaşıkları bulaşık makinesine,kirli giysileri çamaşır makinesine attım.Bütün vucudum haykırıyordu resmen.Bacaklarımın arasındaki uzuv beni rahatsız ediyordu.Alışık olmadığım bir organdı ne de olsa.Elim iki de bir sakallarımdan sonra oraya gidiyordu.Enteresan bir duyguymuş.

Çok yoruldum ve kendime bir kahve yaparak koltuğa yığıldım.Ben nasıl buraya geldim diye zihnimi zorlamaya başlamıştım.Bütün herşey şu şekilde olmuştu ;

Dün saat 13:00 sularında arabamla evden çıktım.Evden,benim evim....Ben,nerede oturuyordum?İran'daaaaa!!! Burası neresi? Aman Allah'ım,olamaz..,bu olamaz! İsimler..,Kevin,Andrella,Arthur. İmkânsız,imkânsız olamaz.Hemen oturduğum koltuktan hızla kalktım ve telaşla Arthur'un çalışma odasına girdim.Kalbimin gümlemelerini odanın içinde duyabiliyordum neredeyse.

Ellerim heyecan ve korkudan birbirine girmişti.Odadaki masaya koştum.Masanın üzerini düzeltmemiştim.Olduğu gibi duruyordu.Heyecandan zangır zangır titreyen ellerimle masadaki kağıtları karıştırmaya başladım.Ağzım kurumuştu.Kağıtların üzerindeki işaretler,matematiksel işlemler,garip garip şekiller...çok tuhaftı.Anlayamıyordum.Anında başımı kaldırdım,masanının yanındaki camdan niye bakmıyordum ki?Merakla,heyecanla tül perdeyi çektim ve gördüğüm manzara benim için şok ediciydi!

Baktığım pencereden cadde kolaylıkla görünüyordu.Caddede tek şeritli bir yol vardı.Sokaktaki görüntü,dükkanların isimleri ve diğerleri nerede olduğumu anlamama yardımcı olmuştu.İngiltere'deydim!

Geçmişin Efendileri (Başlangıç 2)

Bir hışımla açtım kapıyı.Kapının önünde duran Kevin denilen adam beni görünce ne yapacağını şaşırdı birden.Kaşlarımı olabildiğince çatarak ona bakmaya devam ediyordum.Elleri bir yandan cebine giderken,bir yandan saçlarını iyice dağıtıyordu.Bu zavallı,yerinde duramıyordu.Âdeta hiperaktif çocuklar gibiydi.Anlaşılan dostuna bir özür borçluydu.Nihayet benim içeri davetimi beklemeden koridora daldı.Kapıyı bir hışımla kapattım.Apartman boşluğunda kapıdan çıkan gürültü yankılanmıştı.O kadar hızla çarpmışım demek ki!

Bu adamın derdi neydi acaba,iyice meraklanmıştım.

-Evet,dinliyorum.

-Bak dostum,lütfen böyle yabancınmışım gibi davranma bana.Bir hata yaptım,tamam,kabul.Ama böyle bakmaya devam edersen seninle bir şey konuşamayacağım.

-Neden?

-Geçen gün olanlardan sonra kendimi suçlu hissediyorum zaten.Bir de sen ortalıktan kaybolunca...

-Ne anlatacaksan çabuk anlat..Ne oldu?

- Ne mi oldu?Nasıl yani?

Kevin,son sorum karşısında birden afallamıştı.Galiba bir şey bilmediğimi çok belli ettim.Hemen durumu kurtarmalıyım.

-Konuşmamız lazım dedin ya!Anlat dinliyorum.Olan biteni,hepsini senden duymak istiyorum.Fazla zamanım yok...

-Tamam dostum,tamam sakin ol.Oturalım mı şöyle.Ayak üstü konuşulacak şeyler değil bunlar.

-Oturrr.

Salona doğru ilerliyorduk.Uyandığımda ilk gittiğim yer banyoydu.O yüzden Arthur'un yatak odası ve banyosundan başka bir yer görmemiştim.Kevin kapının yanından sağdan koridora sapıp soldaki kapıdan içeri girdi.Ben de ardından tabi ki.Her yerde giysiler,yemek tabakları,içki şişeleri,mecmualar ve cd ler vardı.Bu evde bir domuz yaşıyor olmalıydı!

-Buranın hali ne böyle dostum?Oturacak koltuk kalmamış.Her yer pislik içinde.

-Kevinnn,şu gömleği yere fırlat ve bulduğun açıklığa otur işte.Fazla gevezelik etme,tamam mı?

Kevin derin bir nefes alıp vermişti.Dağınık saçlarını tekrar dağıttı.Üzerindeki yeşil t-shirtü çekiştirip,koltuktaki gömleği hafifçe yandaki sandalyeye iliştirip bana bakmaya başladı.Ben de o sandalyeyi alıp,tam karşısına geçip oturdum.Ve,ne anlatacaksa merakla bekledim anlatmasını.

-Dün okuldan öyle çıkıp gidince,gerçekten çok korktum.Telefonlarıma da cevap vermedin.Arthur,profesör tez konunu benim çaldığımı öğrendi.Çünkü ona bunu ben itiraf ettim.Yapamayacağımı anladım.Senin sırtından okulu başarıyla bitirmek,seni öylece aynı noktada bırakmak beni çok üzdü.O senin tezin.Sen hak ettin.Ben hırsızlık yaparak bu işi böyle bitiremezdim zaten.Eninde sonunda tezin hırsızlıkla elde edildiği anlaşılırdı.Vazgeçtim.profesöre itiraf ettim.

Bu adam ne saçmalıyordu?Ne tezi,ne çalması?Ben de,şu resimdeki kız yüzünden olduğunu düşünmüştüm.Tam da,verdim gitti demek üzereydim.Hemen olayların farkındaymışım gibi tavır takındım.

-Şunu baştan anlat sahtekâr herif.Niye böyle bir adilik yaptın bana?Sana hırsızlıktan dolayı dava açabileceğimi biliyorsun değil mi?

Suyun akışına göre dümeni kırıyordum.Çok zekice bir atak olmuştu sanırım.Ama Kevin denilen adam,oldukça gergindi zaten.Yine telaşla anlatmaya başlamıştı.

-Fizik tezin beni baştan çıkardı.Böyle kanıtlarla bilim dünyasında bir numaralı adam ben alacaktım.Bir sürü plan yaptım.Son gün de bir şekilde bütün disketlerini,yazdıklarını aşırdım senden.

-Nasıl becerdin bunu?

-Tabii ki,Andrella'nın yardımıyla.Ona para teklif ettim.Andrella'ya reddedemeyeceği bir para verdim.

-Andrella mı?

Kevin üzgünce bakışını kaçırıyordu benden.Anderalla dediği kız kesin Arthur'un resimdeki sevgilisi olmalıydı.

-Evet.Seni o yüzden terk etti.

-Sonradan pişman olmanın nedeni gerçekten vicdan azabı mıydı,yoksa başka bir şey var mı?

Kıvranmaya başlamıştı yine Kevin.Sahtekâr herif.

-Tezinde yazdığın bazı hususları açıklamakta zorlandım.İstedikleri deneyleri de beceremedim.Ondan.

Kevin ağlamaya başlamıştı.Elleriyle gözlerini kapatmıştı.Bu konuşmalardan anladığım kadarıyla Arthur fizikçiydi.

Geçmişin Efendileri ...(Başlangıç)

Gözlerimi açtığımdan kendimi aynanın karşısında buldum.Saçlarım kısacık ve simsiyah,gözlerim kahverengi,yüzümde neredeyse on günden beri traş olmamış gibi görünen sakallar ve gözlerimin altı mosmordu.

Ellerimi tekrar yüzüme götürdüm.Parmaklarım uzundu ve kocaman kocamandı.Parmaklarım sakallarımın içinden geçerken,çıkan hışırtıyla birlikte gözlerim yuvarlarından çıkacak gibi olmuştu.Daha dün,dündü evet...,çok iyi hatırlıyorum.Ben..,ben daha dün ölmemiş miydim?Hem de bir kadın olarak!!!

Şu anda kaç yaşında olmalıyım?Panikle arkamı döndüm ve hızlı adımlarla banyonun kapısını açtım.Kalbim yerinden çıkacak gibiydi!Üzerimde sadece boxer vardı.Yatak odasına girdiğimde,her yerin dağınık olduğunu gördüm.Tam kapının eşiğinde,ayakta duruyordum.Elimle kapının kenarından tutunma isteği duymuştum.Çünkü,kapıdan tutunmasam yuvarlanıp yere kapaknalabilirdim.

Büyük bir şok halinde olduğumu kavrayabildim nihayet.Ben kimim?Dün yaşadıklarım neydi?Dün,gerçekten dünde mi kaldı?Ama çok iyi hatırlıyorum,hem de çok iyi.Bu şaka mı?Neyin içindeyim ben??

23 Yaşındayım ve bir trafik kazası sonucu komaya girdiğimi ve kalbimin durduğunu hatırlıyorum.Kalbimin ikinci kez durduğunu,göğüs kafesimin üzerine konulan makinanın soğukluğunu hâlâ hissediyorum.Elektrik...Evet,evet elektrik çarpması oldu.Etrafımda koşan insanlar vardı,beyaz önlüklüydüler ve ölüm saatimi deftere yazan doktoru görüyordum.

Hayır,ben deliriyorum galiba!Bu,bu kocaman bir saçmalık.

Ellerimi kapının çerçevesinden çekerken,şiddetli bir titreme aldı bütün vücudumu.Bu vücut benim olamaz,asla!Çünkü ben bir kadınım.Bu iri vücut,bu uzun boy ve tanımadığım bir yatak....

Sendeleyerek yatağın kenarına oturdum.Etrafıma şaşkın şaşkın bakınırken,ne yaşadığımı,nerede olduğumu da anlamaya çalışıyordum.

İçimde,kapana kısılmış gibi bir hisle,ikide bir ellerimi kirli sakalıma götürüp,bacaklarımdaki kıllara dokunuyordum.Komadinin üstünde duran şeylere gözüm takıldı birden.Yarım içilmiş bir bardak su,yanında duran antidepresan bir ilaç,sigara paketi,aynada gördüğüm adamla,sarışın bir kadının çerçeveli bir resmi.

Yavaşça komadine doğru uzandım ve çerçeveyi aldım elime.Şu anda içine hapsolduğum bir adamdı galiba bu!!! Gerçekten yakışıklıymış.Bir zamanlar kendisine çok iyi bakıyormuş.Eğer şuan ki halini görse,sevgilisi kesin onu terk ederdi.

Çerçevenin yanındaki ilaçta neyin nesi?Tam elimi uzatmışyım ki,kapının zili çaldı!Eyvahhh,bu kim olabilir?Yerimde dona kalmıştım âdeta.Ne yapacağım şimdi?

Kim ki bu?Tanımadığım bir adamın vücudundayım ve adamın kapısının zili çalıyor.Ayrıca kapının zilini kim çalıyorsa çok endişeli,ya da sabırsız olmalı çünkü parmağını zilden kaldırmadan çalmaya devam ediyordu.

Ne yapsaydım acaba?Hemen etrafıma bakındım.Dışarıdaki şahıs bağırmaya da başlamıştı;

- Heyyyy,Arthurrrr!!!Aç şu lanet kapıyı,orada olduğunu biliyorummmm.

Demek ki aynada gördüğüm kişi Arthur'muş!Ne,ne yani?Sen kimsinnn?Hemen etrafıma telaşla bakındım.Yatağın altından görünen bir pantolon paçasını çekiştirip çıkardım saklandığı delikten.Çabucak geçirdim kıllı bacaklarıma.Arthur'un sağlam bir organı olduğunu da fermuarı çekerken anladım....

-Arthuurrr,adamım uyuyor musun hâlâ?

Kapının önündeki serseri kapıya tekmeler saydırmaya başlamıştı.Ben t-shirt giyerken,artık bu sabırsız adama bir yanıt vermem gerekiyordu.

-Kimsin?

 Diye bağırdım istem dışı.Sesim!?Bu nedir böyle?

-Yapmaaaa,dünkü olay yüzünden beni silmedin değil mi?Aç şu kapıyı da konuşalım.

-Kimsin dedim sana?

-Off Arthurr,ben Kevin.Çocuk gibisin dostum.Sana her şeyi açıklayabilirim.Yalnızca şu kapıyı aç.Bütün binaya rezil oldum.

Elimi kapının kulbuna attım ve mercekten Kevin denilen serseriyi gözeyledim.Uzun boylu,kumral,saçları dağınık,telaşlı ve kırmızı suratlı bir adamdı bu.Derdi neydi acaba?Arthur denilen herife,yani bana bir kazık atışa benziyor.Bugün iyi günündesin Arthur,çünkü senin vücudunda bir bayan var artık :) Ve senin bu kırmızı suratlı arkadaşından hiç hoşlanmadım.En iyisi kapıyı açıp şunun dersini vermek.