Geçmişin Efendileri

Geçmişin Efendileri
İlân-ı Aşk

10 Ekim 2010 Pazar

Geçmişin Efendileri ( ANU 3 )

Yaklaşık iki hafta sonra kliniğe gelebilmiştim. Elimde kocaman bir poşet vardı. Kapıdan içeri girer girmez, beni görenler bana bakıyor, dönüp tekrar bakıyordu.

Babam bugün bahçede hava almak istemiş. Beni her zaman babama götüren hasta bakıcı, yüzü gülerek bu haberi vermişti. Hemşire’nin dediğine göre, babam buraya geldiğinden beri ilk defa kendi isteğiyle gezinti yapmak istemiş.

Bu haberi duyunca ben de çok sevindim. Hemşire elimdeki poşetin içinde sarkan yaprakları görünce, sormadan edemedi.

-         Elinizdeki bitki nedir?
-         En son geldiğimde babam istemişti, zeytin fidesi. Sanırım bahçeye dikmek istiyor.
-         İlginç, ilk kez böyle bir istek duydum doğrusu.

Hemşirenin çok şaşırdığını yüzünden görebiliyordum. Dudaklarını büküp, aniden hayretle kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Ama çok şeker bir kadındı. Babamla çok uzun zamandan beri ilgilendiği için, babamın attığı her adımı dikkatle izliyordu.

-         Aslında…

Konuşmaya başlamak için de epeyce istekli görünüyordu. Yemyeşil çimlerin kokusunu içimize çeke çeke, ağaçların arasından ilerliyorduk. Ve hemşire nihayet konuşmaya başlamıştı.

-         Yani, nasıl anlatsam bilemedim…
-         Çekinmeyin lütfen.
-         Kendi kendime soruyorum sürekli, neden? Yıllarca profesörlük yapmış bir insan, kendini kliniğe niye kapatmak istesin ki? Hem, hem babanız diğerlerinden zaten çok farklı, nasıl söylesem?
-         Yani, deli değil mi demek istiyorsunuz?

İkimizde birbirimizin yüzüne bakıp, hafifçe başımızı sallamıştık.  Onun ne sormak, ne söylemek istediğini çok iyi anlıyordum. Bu konuşmayla birlikte adımlarımız biraz daha yavaşlamıştı.

    Babamın deli olmadığını ben de biliyorum. Ama insanlara kendilerini anlatamazsın ki! Ona yardımcı olmak istiyorum. Kendisine verdiği bu acıyı biraz olsun hafifletmek, ya da kendini affetmesi için… Elimden geleni yapmaya çalışıyorum.

İleride küçük bir göl vardı. Onun karşısında bir bankta oturansa babamdı. Kollarını bankın arkasına dolamış, bacak bacak üstüne atmış, sessizce gölün üstünde yüzen ördekleri izliyordu. İnce patikada aniden durduk. Hemşire dikkatle bana bakıyordu. Elimdeki büyük poşetin içindeki zeytin fidesine bakarak,

-         Umarım babanıza yardımcı olursunuz…
-         Umarım, teşekkürler.

Küçük bir sırıtıştan sonra, hızla yol aldım. Babamın arkasında durup, bir müddet onun gibi gölde yüzen ördekleri izledim. Ama o beni çoktan fark etmişti.

    Hoş geldin yavrum. Gelsene yanıma, şöyle otur.

Eliyle yanındaki boşluğu işaret etmişti. Gülümseyerek yanına oturdum. Sonra da yüzümde kocaman bir gülümsemeyle boynuna sıkıca sarılıp, öptüm. Gözlerinin içi gülüyordu.

-         Nereden bildin benim geldiğimi?
-         Nereden mi, tabii ki hislerimden!

İkimizde gülmeye başlamıştık.

    Hadi amaaa, o kadar da değil. Gelirken ayaklarımın ucuna basarak geldim. Hiç de ses çıkarmadım.
    Güzel ama parmakların seni ele vermedi ki zaten.
    Ne o zaman?
    Gölün üstünde gölgeni gördüm.

Bu söylediğiyle kahkahalara boğulmuştum. Nasıl da akıl edemedim gölün karşısında olduğumuzu! Tıpkı ayna gibiydi.

-         Tabii sadece bu değil kızım, sen gelmeden yine kokun geldi.

Bu sözüyle beni hüzünlendirmişti. Yıllardır özlemini duyduğum babamdı bunu söyleyen. Evinde, sıcacık ortamında olması gerekirken, yanımda değildi. İçimi kaplayan bu duygudan bir an önce kurtuldum. Çünkü sırası değildi.

-         Bak sana ne getirdim?

Babamla zeytin fidanını odasının penceresine yakın bir yere dikmiştik. Özenle suladı. Durup durup fidana baktı. Benden istediği kâğıt ve kalemi de götürmüştüm. Daha doğrusu yazmak istediklerini istediği gibi yazsın diye, kalın bir ajanda almıştım. Ajandayı görünce, çocuk gibi sevinmişti.

İLERLEYEN SAATLERDE…

Gecenin bu saatinde şimdi sessizce oturmuş düşünüyorum. Babam ne zaman dönecekti acaba? Ne zaman bu zindan hayatından vazgeçecekti? Ona bu kadar ihtiyacımın olduğu bir zamanda, yanımda olmayışı gittikçe zorluyordu beni. Evet, bugün bol bol sohbet ettik. Uzun zamandan beri babam ilk defa bu kadar çok konuşmuştu. Bana neden zeytin fidanı istediğini anlatmıştı. Yatağımda uzanırken, anlattığı şeyler aklıma takılmıştı.

Yaklaşık bir buçuk sene evvel onu ziyaret etmeye eski öğrencilerinden biri gelmiş. Nasıl girdiğini sorunca, özel izin aldığını söylemişti. İsmini söylememişti. Elinde bir kitap varmış ve bu kitabı babama vermiş. Babam da onu aldığından beri 80 kere bıkmadan usanmadan okumuş.

Öğrencisiyle kitap üzerine çok konuşmuşlar. Birbirlerinin düşüncelerinden çok etkilenmişler. Öğrencisi konuştuklarını sürekli not ediyormuş.

Babamın anlattıklarını kendime de yormuştum. Sanki benim ona yalan söylediğimi anlamış gibiydi. Bir botanikçi değil de, beyin cerrahı olduğumu ima eder gibiydi. Hatta zeytinle ilgili öyle enteresan cümleler kurmuştu ki, bana mı söylüyor, yoksa başka bir şeyden mi bahsediyor hâlâ çözememiştim.

‘’ Zeytini istedim, çünkü artık düşünmeye başlamam gerekiyordu. O kitap aklımı başıma getirdi. Zeytin için o kadar güzel şeyler yazıyordu ki, anlamak için 27 kez tekrar tekrar okumak zorunda kaldım.’’

Anlamı nedir o zaman, diye sorduğumda, verdiği yanıtta çok tuhaftı.

‘’ Bu bir meyve ağacı değil. Yağıyla lambaları besleyen bir ağaçtır. Zıt yapraklara yağıyla parlaklık verir. Herhangi bir ağaç, herhangi bir düşünce değil’’

‘’ Birçok sembol var orada, mesela ben ve öğrencim beraber bu sembolleri bulduk. Birinci sembol, Akıl. İkinci sembol, Kalpti. Diğerleri ise, Lamba ama ışık veren bir lambaydı. Zeytin ağacı ve Yağ. Bu sembolleri bulmamız biraz güç oldu. Ama bulduk.

Doğrusu ben, bir ağaca yüklenebilecek bu kadar sembolü nasıl bulduğunu merak etmiştim.

‘’ Yağ neredeyse ateş değmeden ışık verir. Çünkü o içimizdeki kutsal melektir. Kalp, faal akılla irtibatlıdır. O nedir, biliyor musun? İçimizdeki Allah’ın ruhudur.’’

Babamın sözlerini daha iyi anlamak için sürekli, yani diyerek sözlerini açmasını istiyordum. Bana verdiği yanıtlar, o zamana kadar hiç duymadığım şeylerdi.

‘’ Allah kendi nurundan üfledi insanın içine. O da hepimizin içindeki ruh’tur kızım. Ruh, pek çok insanda vardır ama faal değildir.’’

‘’ İnsanların çoğu bilgiyi dışarıdan bekler gelsin diye, faal akıl ise hiçbir kaynak olmadan kendiliğinden aydınlıktır. Aydınlığın sembolüdür zeytinin yağı.’’

Bu cümle, insanların çoğu bilgiyi dışarıdan bekler, ama bana bilgi vermene gerek yok, ben senin zaten beyin cerrahı olduğunu biliyorum anlamında mıydı acaba?

Doğrusu dinle ilgili şeylere pek inanmazdım. O gün duyduklarım benimle alakalı değilse, muhakkak dinle ilgili şeyler olmalıydı. İçimde yaratıcıya ait bir tek, Tanrı inancı vardı. Babamın da bu tip şeylerle uğraşacak biri olmadığını biliyordum. Benim tanıdığım babam, dinlere pek aldırış etmezdi. Çok fazla inançlı da sayılmazdı. Ondaki bu değişimin sebebini merak etmeye başlamıştım.

Gecenin ilerleyen saatlerinde bu düşüncelere dalmış, camdan dışarıyı izliyordum. Her yer ışıl ışıldı. Aslında aklıma takılan bir şeyler vardı. Babamın aklını karıştıran kitap neyin nesiydi ve kim getirmişti? Neden böyle bir şey yapma gereği duymuştu? En önemlisi de, babamla olan fikir alışverişleri notlarını ne yapmıştı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder